3. Kısım GAIA Bölüm 03

1.2K 173 3
                                    

Annem gibi Jake ve Herbert'ın da bütün bedeni, sanki kesintisiz elektriğe maruz kalıyormuş gibi zangır zangır titriyor. Çevremize yayılan Doria cesetleri ve Minx'in cansız bedeni bizi bir çeşit transa sokmuş olsa da, bir an önce bu şoku üzerimizden atmalıyız. Daha tam olarak tanımaya fırsatım olmayan genç kızı atalarımız gibi gömmeye bile zamanımızın olmaması durumu daha da kötüleştiriyor. Öldürülüşü ne kadar korkunç ve hayatım boyunca gözlerimin önünden gitmeyecek olsa da, bir lider olarak tutmak istediğim yası ertelemekten başka çarem yok. Hayatlarımız hala tehlikedeyken, sonumuzun Minx gibi olmasına asla izin veremem.

Çevrede başka Doria askerleri bulunuyorsa, duydukları çatışma sesinin ardından şu anda buraya doğru geldiklerinden eminim. "Buradan hemen uzaklaşmalıyız." Başka ne söyleyeceğimi bilmediğimden ya da başka bir şey söylemek içimden gelmediğinden, dudaklarımdan dökülen sadece bu üç kelime oluyor.

Annemin fazlaca yorulması yüzünden soluklanmak için durana kadar, arkamıza bile bakmadan karaya çıktığımız kumsala doğru koşuyoruz. Nefes nefese, düşe kalka, yaşamak için koşuyoruz... "Az kaldı anne, bir kaç adım daha... Sonra buradan bir daha geri dönmemek üzere uzaklaşacağız." Kadın bir yandan yüzüme umutsuz gözlerle bakarken, diğer taraftan da adeta nefes almak için mücadele veriyor. Sonrasında yola devam etmek için yoğun bir gayret gösterse de, bedenini teslim alan yorgunluk yüzünden bu çaba sonuçsuz kalıyor ve olduğu yere öylece çöküveriyor. Bu durum hiç hoşuma gitmese de, açık bir şekilde dinlenmek için mola vermemiz gerektiği anlamına geliyor.

Sık ağaçlı ormanın içinde olduğumuz için az da olsa güvende hissediyorum ama yine de, aramızda en diri duran Herbert'a dönüp yola devam etmesini, herhangi bir tehlike bizi bekliyorsa geri dönüp bizi uyarmasını istiyorum. Çocuk ondan istediğim şeyi hemen anlayıp hiç zaman kaybetmeden yola koyulurken, geriye kalan bizler, annem yüzünden verdiğimiz zorunlu molayı kullanarak dinlenmeye çalışıyoruz.

Uygun gördüğüm bir yere yavaşça oturuyorum ve sırtımı arkamdaki ağaca yaslayıp düşüncelere dalıyorum. O sırada, kimsenin ağzını bıçak açmadığını ve her birinin gözlerini benden kaçırdığını fark ediyorum. Nasıl bir cehenneme getirdim sizi böyle? Benim yüzümden daha ne kadar insan ölecek? Başımıza gelen her şeyin suçlusu benim ve sevdiğim insanlar yüzüme bakamayarak beni cezalandırıyor. Belki de hepsi durumu hazmetmeye çalışıyor ve bu nedenle göz temasından kaçınıyorlar. Belki de beni suçlamıyorlar... Kim bilir... Onlar beni yaşananların sorumlusu olarak görsün ya da görmesin, benim için önemli değil. Çünkü ben kendimi her şeyin sorumlusu olarak görüyorum.

Yeniden yola koyulmamızın üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, koşarak bize yaklaşan Herbert'ı görüyorum. Bir eliyle sanki durmamızı ister gibi bir işaret yapıyor. Yanımıza ulaştığında, büyük uçan araçların sahil bölgesinde olduğunu ve onlara görünmeden asla Osiris'e ulaşamayacağımızı söylüyor.

Ne olur yeter artık... Bir sorun bitmeden diğeri başlıyor ve bu döngü, sanki hiç durmayacakmış gibi sürekli hayatlarımızı yönlendiriyor. Geriye dönsek, büyük ihtimalle peşimizden geldiklerini düşündüğüm Doria askerleriyle karşılaşacağız. İleriye gitmek bizim için en doğrusuydu ama o da, Herbert'ın verdiği bilgi nedeniyle seçenekler arasından tamamen çıkmış durumda. Ne yaparsak yapalım, karşımıza Osiris'e ulaşmamızla ilgili çözülmesi gereken uzun sorunlar listesi çıkartıyor.

İçimden "Buraya kadarmış," diye geçirdiğim sırada gökyüzünden gelen garip sesle irkiliyorum. Boğuk ses birkaç saniye içinde incelerek kayboluyor. Sonra bir diğeri ve ardından bir diğerini duyuyorum. Başımızı göğe çevirdiğimizde, bizi gizleyen orman görüşümüzü oldukça kapasa da, mavi gökyüzünün baktığımız kısmında bulunan devasa uzay gemilerini görmemizi engelleyemiyor. Ardı ardına geliyorlar ve her biri sanki yoktan var oluyor.

"Neler oluyor böyle?" diye sormama kalmadan büyük uzay gemilerinin içinden yüzlerce küçük araç çıkıyor ve sanki bir şey bekliyormuş gibi havada öylece duruyorlar. O sırada, aynı boğuk sesleri yeniden duyuyoruz ve diğerlerine yakın boyutlardaki yeni gemiler, gökyüzünde oluşan ilginç manzaraya ekleniyor. Ancak yeni gelenler, oraya ilk ulaşanların karşısında duruyorlar ve tasarımları da diğerlerinden çok daha farklı görünüyor.

Sanırım şu anda, başlamak üzere olan bir savaşa şahitlik ediyoruz. Büyük gemilerin, birbirlerinin üzerine sahip oldukları bütün güçle saldırmaları çok uzun sürmüyor. Yüzlerce küçük uzay gemisi ise, havada bir parlayıp bir yok olan noktalara benziyorlar. Karadan gelen yoğun patlama sesleri, şahit olduğumuz anın bir filmin aksiyon sahnesi değil de, tamamen gerçek olduğunu bize hatırlatıyor.

"Bir yer bulmalıyız. Saklanacak bir yer bulmalıyız." Herbert soğukkanlı olmaya çalışarak kendinden emin bir ses tonuyla bana cevap veriyor. "İlk karaya çıktığımızda, ilerlerken küçük bir mağara ile karşılaşmıştık. Sanırım şu anda bulunduğumuz yerin batısında kalıyor." Çocuğa "Peki bana bunu şimdi mi söylüyorsun?" demek içimden gelse de, kendime engel oluyorum.

Herbert'ın bahsettiği mağaraya doğru mümkün olduğunca hızlı bir şekilde ilerliyoruz. Annem halen çok yorgun görünüyor ama bulunduğumuz yerde güvende olmadığımız için, kelimenin tam anlamıyla sınırlarını zorluyor. Patlama sesleri, havadaki çatışmadan çıkan birçok farklı tını, yerden havaya açılan savunma ateşlerinin sesleri birbirlerine karışarak kulaklarımızı esir alan korkunç bir uğultuya dönüşüyor.

Mağaraya ulaştığımızda hepimiz içine doluşuyoruz ve olan bitenin sonlanmasını beklemeye başlıyoruz. Ancak, böylesine büyük kuvvetlerin karşılaşması o kadar da kısa sürede bitecek gibi durmuyor.

Sanırım bugün yaşadığım korku, normal bir insanın ömrü boyunca yaşadığından fazladır. Karaya adım attığımızdan beri, neredeyse her dakikamız ölümle burun buruna geçiyor. Mavi Özgürlük'te bulunduğu zaman nedeniyle olsa gerek, aramızda bir tek Herbert kendinde görünüyor. Ben dahil geriye kalan herkesin yaşadığı korku, yüzlerimizin her milimetresinde zafer edasıyla kendini gösteriyor. "Artık bana çalışıyorsunuz sizi pislikler. Tamamı ile benim emrim altındasınız," dercesine bize sahip oluyor.

İçerisine doluşan beş kişiye zar zor ev sahipliği yapan küçük mağarada, iki ırkın dehşet verici mücadelesini, sanki çok önemli bir partiye gelen davetsiz misafirlermişiz gibi izliyoruz. Patlama olmadan geçen tek bir saniye bile sayamıyorum. Bu da demek oluyor ki, her saniye en az bir canlı, olasılıkla çok daha fazlası hayatını kaybediyor.

Herkes gibi oturduğu yerde konuşmadan bekleyen Jake'le bir anlığına göz göze geliyoruz. Çocuk, gözlerimde gizleyemediğim suçluluk duygusunu fark ederek bulunduğu yerden kalkıyor ve yanıma geliyor. "Lara, başımıza gelen her şey, her birimizin özgür iradesi ile verdiği..."

Bana çok yakında dursa da, sesini duyurabilmek için neredeyse bağırmak zorunda kalan arkadaşım, o sırada gelen şiddetli bir patlamanın çıkarttığı gürültü nedeniyle cümlesini yarıda kesmek zorunda kalıyor. Ardından tam sözlerine kaldığı yerden devam edeceği sırada, ağaçların arasından Doria askerleri görünüyorlar. Bu karmaşada ormanda ne işleri var? Bunlar savaş başlamadan önce bizi aramak için gönderilenler olsa gerek.

Üzerimizdeki beyaz renkli giysiler nedeniyle işaret fenerlerinden farksız olduğumuz için, onlarında saklandığımız yerde bizi görmeleri çok sürmüyor. Silahlarını hiç zaman kaybetmeden bize doğrultup ateş açmaya hazırlanıyorlar.

Ne olur bitsin bu ızdırap? Ne işim var benim burada? Bunca insanın benimle birlikte ne işi var? Hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçerken, dizginleyemediğim merakıma hakim olabilseydim şu sıralar Parlaklar Akademisi'nden mezuniyetimi kutluyor olacağımı düşünüyorum. Sakin, güvenli ve kaliteli bir hayat beni bekliyor olacaktı. Hadi ateş edin de bütün bu işkence artık sona ersin. 

GaiaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin