2.6

2.3K 168 20
                                    

Cengiz Asoğlu

Kayıplar.

Hayatımın geneline hakim olan bu sözcük, belki de birçok şeyi özetlerdi. Ansızın kapıyı çalan bir grup askeri, bir sabah elimi bırakıp başka bir adama giden annemi, kaçırdığım fırsatları, kaçtığım hayatımı; bu sabah aldığım telefonu.

Bu sefer beklenmedik yerden gelmediği için kendimi şanslı görecek kadar kayıp vermiştim.

Akıp giden yol, İzmir'e kalan kilometreyi gittikçe düşüren levhalar, klimanın yapay sıcaklığı ve yan koltukta oturan en yakın arkadaşım ile evime, dedemi uğurlamaya, gidiyordum.

Çok fazla anı biriktirememiştim onunla. Asker bir babanın çocuğu olmak gurbete doğmaktı, dedeni bayramlarda belki iki üç gün görmekti ama o iki üç günde bile dimdik, tüm evlatları ile gurur duyan dağ gibi adamı görmek iyiydi işte.

Bize veda edeli bir seneden fazla olmuştu, makine bağlandığı andan itibaren zaten şansı olmadığını biliyorduk. İlerleyen yaşının atlatmasına müsaade etmeyeceği açıktı ama orada nefes alıyordu işte, şimdi onu toprağa vermek için yola çıkmak derin bir nefes verme isteği doğuruyordu.

"Cengiz?" diyen Timuçin ile yoldan bakışlarımı çektim. "Telefonun," diyerek vitesin hemen önündeki boşlukta duran telefonumu işaret ettiğinde gözüm 'Dilek Karataş' yazısına kaydı. Elim kapatma düğmesini çabucak buldu, yola bakmaya devam ederken çalan telefonu susturdum.

"Belki cenaze için arıyordur?"

Güldüm.

Evlat, ailenin sınavıdır diye boşuna diyorlardı.

Asıl aile sınavdı, varlığı ile de yokluğu ile de. Toprağın altına koyuyordun, yokluğu kalbinin içini buz gibi yapıyordu. Nefes almaya devam ediyordu, bu sefer varlığı kalbini öfkenin harlı ateşiyle yakıyordu.

Anne olmak, kulağa ne kadar ulvi geliyordu. Bir de benim annem olmuş kadına bakıyordum, dedem ölür ölmez belki de aklına gelmeyen numaramı defalarca aramış; sözde baş sağlığı verme bahanesiyle hak ettiğini düşündüğü paraların peşine düşmüştü. Benim peşime bu kadar düşmemişti.

Gerçi, peşime düşecek olan bir sabah elimi bırakıp başka bir adama gitmezdi.

"Mutlaka onun için arıyordur Timuçin," dedim engel olamadığım bir iğneleyicilikle. Timuçin ise derin bir nefes verdi. "Miras konusunu mu açtı gene?"

Keyifsizce onayladım. Annem böyle bir kadındı işte, kimseyi şaşırtmıyordu. O eğer beni arıyorsa, uğursuz sesi bana mutlaka bir kayıp daha getiriyordu. Bana vedası bile o kadar çok şey götürmüştü ki, hala benden bir şeyleri koparabiliyor olmasına şaşırıyordum.

Çünkü benden bir şey kalmamış gibiydi, terk edilmiş bir oğlan çocuğundan başka.

"Cenazeye gelir mi?" diye sordu rahatsız bir sesle. "Gelir, eksik kalır mı hiç? Sever birilerini toprağa verip, çekip gitmeyi." Kelimelerim kin kusuyordu çünkü elimden başkası gelmiyordu.

Kalbim böyle günlerde kararıyor gibi hissediyordum, zift gibi bir duygu çöküveriyordu üstüme. Her şeyin üstünü kara bir çamur örterken, ben asfaltın üzerinde zahmetsizce kayıp giden bir araba gibi devam ediyordum ama alttaki toprağı biliyordum.

Ne kadar tahrip bir yoldu burası, asfaltın altında neler yatıyordu; ben hep biliyordum. Yine de dümdüz devam ediyordum, çoğu histen azat olmuş gibi. Ayağıma hiç taş değmemiş gibi, hatta değmiyormuş gibi.

Tüm hisleri teğet geçiveriyordum, aksi ile uğraşacak ne halim vardı ne de sabrım.

"İstersen kenara çek, ben alayım direksiyonu. Halsiz gibisin," dediğinde kucağıma koyduğum peçeteyi alarak hafifçe öksürdüm. "Hasta gibiyim biraz," dedim boğazımda hissettiğim hafif yanmayı hatırlayarak. "Biraz daha ilerleyelim, sen geçersin."

Ahu ile CengizWhere stories live. Discover now