Dominik

927 126 11
                                    

Meklismus, eski dilde büyünün kayboluşu demekti. Büyünün kaybolduğu geceden sonraki günlerde insanlar sürekli bu kelimeyi kullanıyordu. Eski dil de büyüyle beraber etkisini kaybedince insanlar da bu kelimeyi unuttu.

Altı yıl öncesine kadar insanlar büyünün kaybolabilecek bir şey olduğunu düşünmüyordu. Büyü tarihin bir döneminde ortaya çıkmamıştı. İnsanlık var olduğundan beri onlarla beraber varlığını sürdürmüştü. Büyüyle yazılmış ya da kalemle yazılmış hiçbir metin böyle bir döneme dair bir bilgi içermiyordu.

Olsaydı Dominik onu bulur ve okurdu.

Bilinen kanıya göre büyü insandan önce var olmuştu ve yaşayan son insan nefesini verdiği günden sonra da varlığına devam edecekti. Buna büyüye dokunan her ülke inanırdı. Büyüden neredeyse hiç nasibini alamamış Datum bile.

Kimse insanlara nefes almak kadar doğal gelen büyünün hayatlarından çıkıp gideceğini düşünmemişti.

Hele de bunun bir gecede olabileceğini.

Dominik büyünün kaybolduğu gece on dört yaşındaydı ve hala sarayda yaşıyordu.

Marek onu saraya getirdiği günden kütüphaneye gitmek için ayrıldığı güne kadar sarayın üçüncü katındaki odasında kalmıştı. Bu oda Marmares ailesinin kaldığı odalar kadar şaşalı değildi. Dominik'in öyle bir odada kalmak gibi bir hayali de yoktu zaten. O sadece huzurlu bir uyku çekmek istiyordu ve uyku sorunlarının odasıyla da bir alakası yoktu.

Uykularını kaçıran kabuslardı.

Saraya ilk geldiği günlerde sık sık anne babasını görürdü. Sonra zamanla anlam veremediği rüyalar da görmeye başlamıştı. Bu rüyalar o kadar sıklaşmıştı ki Dominik hiçbir şey görmese de gecenin bir yarısı uyanıyordu.

Büyünün kaybolduğu gece de öyle uyanmıştı.

Odası o kadar sıcak gelmişti ki uyandığında tişörtü terden sırılsıklam olmuştu. Kalkıp üstünü değiştirmesi ve yatağına dönüp uyumaya çalışması gerekiyordu. Ama ikisini de yapacak gücü kendinde bulamamıştı.

Öylece hareketsizce tavanı seyretmişti. Sonunda bunun faydasız olduğunu görüp diğer uykusuz gecelerinde de yaptığı gibi yatanına kenarına, uzun camsız pencerenin önüne oturmuştu.

Bazı büyücüler bu pencereleri doğrudan bahçeye ya da şehre inmek için kullanırdı. Ama büyü kullanma yetisi olmayan Dominik daha önce hiç o pencereden dışarı çıkıp çıkmadığını hatırlamıyordu.

Aslında camı açık olmasına rağmen gece boyunca nasıl üşümediğini de bilmiyordu. Bu konu üzerine düşününce büyüyle ilgili diğer şeylerde olduğu gibi kafası karışıyordu.

Sırtını yatağın kenarına yaslayıp önündeki gökyüzünü seyretmişti. Altındaki taşlar bedeniyle aynı sıcaklıktaydı. Bütün saray büyüyle ısıtıldığı için ayakları hiçbir zaman üşümezdi. Karpem'in en soğuk gecelerinde bile uğultu duyulmazdı.

Gökyüzü hatıralarına ya da hayal gücüne göre geceleri mor ve mavinin koyu renklerine bürünürdü. Ama o gece Dominik gökyüzüne baktığında bildiği bütün renkleri görmüştü.

Uykusuz geçirdiği onca gecenin hiçbirinde gökyüzünü böyle görmemişti. Hatta başlarda içini ısıtanın da bu renkler olduğunu düşünmüştü.

Ayakları yerin sıcaklığına alıştığı için başta bir şey hissetmemişti. Ta ki ayağa kalkarken elleri yere değene dek. Sıcaklık artık ayaklarını da yakmaya başlamıştı.

Sarayın bütün zeminleri aynı taştan yapılmıştı. Her yerde o siyaha yakın taşlar vardı. Başını yere çevirdiğinde görmesi gereken renk buydu.

Ama başını yere indirdiğinde midesi kalktı.

Gökyüzü ayaklarının altındaydı.

Ellerinin üzerine düştüğünde o yanma hissini her yerinde hissettiğini hatırladı. Zemin yeni kaynamış bir çorba kadar sıcaktı. Ellerini çekmeye çalışmış ama zemin tekrardan siyaha bürünmüştü. Dominik alev alan ellerini ve ayaklarını kaldırmak için yüzünü tavana çevirmişti. İşte o zaman acıdan bütün renkler birbirine karışmıştı.

Sonraki günler acılı ve uykuluydu. Konuşabilecek hale geldiğinde kendini başka bir odada bulmuştu.

Yatağının kenarında birileri gelip onu bulana öylece iki gün yattığını, insanlar ilk şoku atlatıp saraydakilere kurtarmaya geldiklerinde onu da ilk kata taşıdıklarını çok sonradan öğrenecekti.

Kendi odasında olmadığını fark ettikten sonra ellerindeki ve ayaklarındaki sargıları görmüştü. Bedeninde acımayan tek bir yer bile yoktu ellerini ve ayaklarını hissetmiyordu. Merhemlerle uyuşturmuşlardı. Uyuşturmasaydılar Dominik acıdan tekrardan bayılırdı.

Bedenindeki diğer yaralar tamamen iyileşmişti. Ama ellerindeki ve ayaklarında yaralar ona Meklismus'tan hatıra olarak kaldı.

Gözlerini açıp birkaç kelime etmişti. Ama ne söylemişti, neyi istemişti? Birileri sürekli yanına girip çıkmıştı ama Dominik onları da hatırlamıyordu. Uyanıyor, yine uyuyordu.

Ona merhem getiren birisi vardı. Onun söylediklerini hatırlıyordu. Büyü kayboldu, ki Dominik. Herkes öldü. Katar, kitarek... her yerde cesetler var. Her yerde.

Ayağa kalkmak istediğini söylemişti ama ona bakan hizmetçi bunu kesinlikle yapamayacağını söylüyordu. Dominik onun ikazlarını birkaç gün dinledi. Yalnız kaldığı ilk fırsatta ayağa kalkmaya çalıştı.

Ayakları acıyordu. Çok acıyordu. Bu yüzden bağırmamak için dişlerini sıkarak yatağına oturdu. Parmak uçları burada kaldığı on iki sene boyunca bir kez bile soğuk olmayan taşlara değdi.

Beileen'in bütün zeminlerini saran bu taş artık kül grisiydi.

Başını kaldırıp camdan dışarı baştı. Beyaz bulutların arkasındaki gökyüzü açık maviydi. Bulutların sakin hareketini seyrederken gökyüzü her zaman böyleymiş gibi geliyordu. Oysa eskiden farklıydı. Dominik bundan emindi. Ama ne zaman gözlerini kapatıp gökyüzünün eski halini hatırlamaya çalışsa başı zonkluyordu. Tereddüt tam o anda baş gösteriyordu.

Ya aslında hiçbir şey değişmediyse?

Gökyüzünün bu rengi de çok güzeldi. Sanki dünya onlara her şeyi kaybetmiş olsalar da umudun hala orada olduğunu fısıldıyordu. Ama sadece kendine has bir renkti. Eski gökyüzü sadece umudu değil, yaşamın her rengini barındırırdı. Şimdi o gökyüzünü konuştuğu hiç kimse hatırlamıyordu.

Bu yüzden eski gökyüzü üzerine düşünen tek kişi oydu.

Eski gökyüzüne özlem duyan tek kişi de. 

Son Bekçi I Büyü Bekçileri - 1Tempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang